Sunday, June 21, 2009

AB Komisyonu Türkiye Büyükelçisi Hansjörg Kretschmer: "Aralıkta müzakere kararı konusunda iyimserim"


1999'da Türkiye'nin resmen aday ülke olarak ilan edilmesinden bu yana kuvvetli bir Avrupa Birliği (AB) rüzgarı esiyor. Ülke, en azından medyası, akademisyenleri, entelektüelleri ve üst siyaset kurumları ile AB'ye ve 'üyelik müzakerelerinin ne zaman başlayacağına' kilitlenmiş durumda. Bu tartışma, daha çok günü kurtarma zorunluluğunda olan geniş halk kitleleri arasına inildiğinde hararetini bir nebze yitiriyor. Her ne kadar yapılan kamuoyu araştırmaları sokaktaki vatandaşların büyük bir çoğunluğunun AB jargonuna, kurumlarına ve sürece yabancı olduğunu gösterse de, 'büyüklerimiz bu kadar bahsettiğine göre muhakkak faydamızadır' bilgeliğiyle, üyeliğe verdikleri destek de bir hayli yüksek. Türkiye, aralık ayında uzun zamandır beklediği üyelik müzakereleri için start almayı bekliyor. Bu noktada, aklımıza takılanları, Birlik'in Türkiye'deki en yetkin ismiyle, AB Komisyonu Türkiye Büyükelçisi Hansjörg Kretschmer ile konuştuk.

Brüksel'den üyelik müzakerelerinin 2006'ya erteleneceği şeklinde haberler geliyor. Oysa 2002'deki Kopenhag zirvesinde, 2004 Aralık'ında görüşmelerin gecikmeksizin başlayacağı karara bağlanmıştı. Bu iddianın doğruluk payı nedir?
Müzakerelerin ne zaman başlayacağına dair bir tahmin yapmak istemiyorum. Kararı aralıkta üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanları verecek. Gecikmeksizin başlaması her şeyden önce Türkiye'nin performansına bağlı. Aynı zamanda Avrupa Komisyonu'nun yayınlayacağı rapora ve tavsiyelerine de. Rapor ise Türkiye'nin performansına göre hazırlanacak. Bu rapor her zaman olduğu gibi adil ve objektif olacak. En iyisi raporun açıklanacağı ekime kadar bekleyip görmek.

AKP'nin yaptığı reformların ardından Türkiye'nin AB'den müzakere tarihi alması için önünde hiçbir engelin kalmadığı, ortak bir görüş olarak dile getirilmeye başlandı. Türkiye'ye müzakere tarihi verilecek mi?
Kesinlikle bu ortak kanaati paylaşıyorum. Meclis ve mevcut hükümet, kısa zamanda beklenmeyen ölçülerde büyük reformlara imza attılar. Bunun sonucu olarak Türkiye'ye bakış olumlu yönde değişti. Bu, tabii ki tüm siyasi kriterlerin yerine getirildiği anlamına gelmiyor. Halen mevzuatla ilgili değişikliklerin yapılması gereken alanlar var. Uygulamada da ilerleme şart. Hükümet de bunun farkında, bundan dolayı yeni reform paketleri üzerinde çalışıyor. Meclis tatile girmeden bunları da çıkartmak istiyorlar. Özellikle yeni ceza yasası önemli. Zaten Meclis Adalet Komisyonu'nda benim de katıldığım bir oturumda bu konuşuldu. İlk kez karşılıklı ve açıkça tartışma imkanına sahip olduğumuz bu toplantı çok önemliydi. Geçen genel seçimden bu yana ülkedeki atmosfer radikal bir şekilde değişti. Artık sivil asker ilişkileri de dahil her şeyi rahatlıkla görüşebiliyor, tartışabiliyorsunuz. 2-3 yıl önce bu tür konuları halkın önünde tartışmak mümkün değildi. Tarih meselesine gelince, onun yanıtı bende değil. Ama şu kesin ki, aralık ayına gelince, uygulamada birtakım sorunlar olduğu görülecek. Bu, şaşırtıcı da olmayacaktır. On yıllardır süren hukuki uygulamaları kökten değiştirdiğiniz zaman kısa zamanda yüzde yüzlük bir adaptasyon bekleyemezsiniz. Doğal olarak komisyonun alacağı kararda siyasi takdir hakkı kullanılacaktır. Bu konuyu noktalayacak olursak, aralık ayında Türkiye'yi tatmin edecek bir karar alınacağını düşünüyorum.

Bugüne kadar Türkiye'nin üyeliğine engel olarak hep siyasal ve kültürel nedenler ön plana çıkartıldı. Uygulamada ufak aksaklıklar olsa da, bunlar kalkmış gözüküyor. Hatta reformlar için 'nefes kesici' yorumu yapılıyor. Ancak Türkiye'nin ekonomik açıdan maliyeti düşünüldüğü takdirde bu, Avrupa açısından kan kaybı anlamına gelmez mi? Türkiye'nin üyeliğindeki en büyük engel, ekonomik maliyeti değil mi? AB, Türkiye'yi neden alsın?
Bu aşamada temel unsurları sorgulamanın gereği yok. Bunlardan birisi, Türkiye'nin 1999 yılında aday ülke olarak ilan edilmiş olması. AB içindeki hiçbir siyasi güç de buna karşı çıkmıyor. AB Konseyi tarafından da bu gerçek defalarca konfirme edilmiş durumda. Yine en son haziran ayında Konsey, bu taahhüde bağlı kalınacağını dile getirildi. Ancak, katılımdan önce, bakın müzakerelerden önce değil, katılımdan önce Türkiye'nin tüm kriterleri yerine getirmiş olması gerekecek. Bu sadece siyasi değil, ekonomik kriterleri de ihtiva ediyor. Aynı zamanda AB müktesebatı ile ilgili kriterleri de kapsıyor. Bu, şu demek; Türkiye'nin, katılımdan önce, üyelikten doğacak bütün yükümlülüklerini yerine getirme kabiliyetini göstermesi gerekiyor. Bence bunlar siyasi kriterlerden daha büyük bir tez. Zaten tüm bunlar yerine getirildiğinde, Türkiye'nin kabul edilmemesini gerektirecek hiçbir engel olmayacak.

Yine de Türkiye'nin birliğe getireceği ekonomik maliyetten dolayı, birliğe kan kaybettirmek isteyen Amerika'nın Truva atı olarak kullanılacağı iddiaları var..
Burda iki ayrı şeyden bahsediyoruz. Ekonomik yük olma ve Truva atı fonksiyonu tamamen iki ayrı mesele. Kaldı ki ben ikinciye kesinlikle katılmadığım gibi, üzeride konuşmak da istemiyorum. Hem AB'nin, Transatlantik ittifakı çerçevesinde, hem de Türkiye'nin Amerika ile iyi ilişkileri mevcut. Dolayısıyla bu Truva atı yakıştırmalarının isabetli olduğunu söyleyemeyiz. Ekonomik maliyet konusuna gelirsek... Katılım müzakerelerinin bittiği zaman Türkiye'nin ekonomik durumunun nasıl olacağını bilmiyoruz. Şu an Türkiye'deki ekonomik kalkınma seviyesine baktığımızda, 1 Mayısta birliğe katılan on yeni üyeden geri olduğunu görüyoruz. Türkiye'deki kişi başına düşen milli gelirse, hemen hemen diğer iki aday ülke ile aynı. Önemli olan ekonomik istikrarın, IMF ile yapılan çalışmalar çerçevesinde artarak sürmesi. Zaten 2005'den sonra da IMF ile işbirliğinin sürmesi bekleniyor. Tabii sadece ekonominin istikrara kavuşması değil, aynı zamanda Türkiye'nin daha az gelişmiş bölgelerinin de kalkınması önemli. Türkiye'nin bu yönde adımları var. AB de bunu destekliyor. Bu bölgeleri Türkiye ortalamasına yaklaştırmayı amaçlayan Ulusal Kalkınma Planı hazırlandı. Tüm bu reformlardan sonra Türkiye'nin gerçek ekonomik potansiyelini görebileceğiz. O zaman hem Avrupa hem de Türk halkı bu üyelikten istifade edebilecek. Şu an Türkiye'nin ekonomik açıdan birliğe yük olacağını söylemek, hem erken bir yorum hem de haksızlık olacaktır.

Önümüzde uzun bir dönem var gibi görünüyor. Türkiye'nin tüm bu aşamalardan geçmesi ve ekonomisini istenen seviyeye çıkartması için sözgelimi 25-30 yıl beklemesi gerekirse AB, Türkiye'yi bekletecek mi, yoksa birtakım stratejik sebeplerden dolayı üyelik için yeşil ışık yakılacak mı?
Öncelikle Kopenhag Kriterleri'nin spesifik ekonomik detaylar içermediğini hatırlatmak isterim. Öyle ki, son 10 üye, AB'nin ekonomik gücünün ortalamasından yüzde 40-50 daha düşük bir seviyeye sahipti; ama üye oldular. Bu arada, bu 'beklemek' lafını hiç sevmiyorum. Sürekli 'çok beklettiniz, 40 yıldır bekliyoruz, artık beklemek istemiyoruz' gibisinden demeçler duyuyorum. Şu an Türkiye, 2,5 yıl önce başlayan aktif bir reform süreci yaşıyor. Yapılacak çok şey var. Müzakerelerden sonra da bu reformların devam ettirilmesi ve daha da genişletilmesi gerekiyor. Türkiye'nin de, AB'nin de gündeminde bu reformlar var. Bu yüzden bekleyen bir Türkiye değil, aktif olarak çalışan bir Türkiye, AB'nin desteklediği bir Türkiye var. Bu aşamada müzakerelerin ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Bu yüzden şu anda 10-15 yıl demek doğru olmayacaktır. Önemli olan her iki tarafın da müzakereleri başarıyla tamamlaması için gayret göstermesidir. Burada aslında müzakereden kastımız, aday ülkenin tüm kriterlere uyma konusunda kaydettiği ilerlemenin izlenmesi. Bu sürenin kısalması ise yine Türkiye'nin elinde.

Bir taraftan Türkiye'nin genç nüfusunun Avrupa'ya dinamizm getireceği söyleniyor, diğer yandan da büyük bir göç olacağından çekiniliyor. Bu endişeler nasıl izale edilecek? Olası üyelik durumunda serbest dolaşım hakkına da birtakım kriterler getirilmesi söz konusu olacak mı?
Kişilerin serbest dolaşımı için son üyelere yönelik olarak bir geçiş dönemi belirlendi. Bu yedi yıla kadar uzayabilir. Bu, katılım müzakerelerinde ele alınması gereken bir husus. Birlik içinde farklı görüşler var. Ama bunları tartışmamız için, tüm tarafların iyi bilgilendirilmesi lazım. 'Katılım sürecinden sonra Türkiye'den büyük bir göç olacak' demenin haklı bir tarafı yok. Eski üyeler için de böyle şeyler söylenmişti. Doğru olmadığı anlaşıldı. Hatta daha önceden AB ülkelerine gitmiş olanlar, kendi ülkeleri üye olunca ve ülkelerindeki dinamizm ve standart artınca geri döndüler. Türkiye için de bu söz konusu olabilir. Nüfus meselesine gelince. Bu bir avantaj olabilir; ama bunun için bu söz konusu genç nüfusun iyi eğitimli olması gerekiyor. AB'nin sadece genç oldukları için, iyi eğitilmemiş büyük bir kitleye ihtiyacı yok. Bu dinamizm getirme meselesi sadece koşullara bağlı. Eğitimli nüfus her iki tarafa da faydalı olacaktır.

Türkiye'ye karşı öne sürülen onca reform talebine karşın Hırvatistan'a bir anda üyelik için müzakere tarihi verildi. Bu, sizce bir çifte standart mı?
İmtiyaz söz konusu değil. 1998'de AB, Batı Balkan ülkelerinin de birliğe üye olabileceğini söylemişti. İstikrar ve ortaklık süreci başlatıldı. Hırvatistan bu süreçte en hızlı ilerleme kaydeden ülkelerden biri idi. Yugoslavya savaşından sonra AB koşullarına uyum sağlamak için çok çaba sarf etti. Elbette ki savaş suçluların teslim edilmesi, hukukun üstünlüğü vb. gibi alanlarda onların da sorunları vardı; ama bunları aştılar. Bu yüzden AB de 2005'te müzakere kararı aldı. Sonuçta tüm üye ülkeler aynı kriterlere göre değerlendiriliyor. Müzakere tarihinin daha önce verilmesi, siyasi tercih anlamına gelmiyor.

Afganistan ve Irak meselelerinde farklı düşünen AB üyeleri olduğu gibi, Türkiye'nin üyeliği için de farklı görüş belirtenler var. Sözgelimi Fransız ve Alman Hıristiyan demokratlar gibi. AB Türkiye'ye hep 'hazır mısınız' diye sordu. Şimdi geldiğimiz noktada AB samimi olarak şu soruyu kendisine sorabilir mi: 'Biz Türkiye'yi kendi içimize almaya hazır mıyız?'
Şu an üyelikten değil, katılım müzakerelerinden bahsediyoruz. Ama farklı görüşler var tabii ki. Müzakerelerin başlangıcı için de farklı düşünenler var ama bu karar, o günün koşulları içinde, aralık ayı içinde alınacak. Türkiye'de şu anda tarihi bir reform süreci yaşanıyor. AB devlet ve hükümet başkanları bunun farkında. Tabii ki Avrupa kamuoyunda bu reformlara büyük destek var; ama siyasi kutupların farklı düşünmesi normaldir. Bu reform süreci eğer kesintiye uğramazsa, Avrupa'nın da yararına. Aralıktaki kararı alacak olan üye devlet ve hükümet başkanları, taşıdıkları tarihi sorumluluğun bilincinde olacaktır. Karar konusunda iyimserim.

Türkiye, özellikle medeniyetler çatışmasının öne çıkarıldığı şu dönemde İslam-demokrasi ve AB ideallerini içselleştiren bir ülke olarak Ortadoğu'da önemli bir tarihi kırılmanın önüne geçebilir mi? Bu modeli AB samimi olarak destekliyor mu?
Demokratik, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı, azınlık haklarına ve vatandaşlarının bireysel özgürlüklerine önem vererek gelişmeyi destekleyen bir ülke, aynı prensiplerle yönetilmeyen diğer ülkeler için tabii ki örnek olacaktır. Ortadoğu ülkeleri Türkiye'ye bakıyor. Siyasi gelişmelerin ve reform sürecinin devam ettiği Türkiye'de şüphesiz ki ekonomik alanda da gelişmeler olacaktır. Neticede ülke model olarak görülecektir. Aynı zamanda Müslüman ülkeler de demokratik ve insan haklarına saygılı bir Türkiye'ye AB'nin nasıl yaklaştığını görecektir. Bu önemli. Ülkelerin giderek daha fazla demokratikleşmesi, AB'nin de faydasına. Demokratik ülke, istikrarlı ve refahın yükseldiği bir ülkedir. Bütün vatandaşlar ekonomik kalkınmadan eşit faydalanabilir. Türkiye, bu bağlamda komşularına katkıda bulunabilir. Hükümet de bunu yapmaya çalışıyor. En son İKÖ Zirvesi'nde bunun örneğini gördük.

Ali Çimen/A.Turhan Ayhan, Ankara
27 Haziran 2004, Pazar, Zaman Gazetesi Yorum Sayfası


Röportajı ZAMAN'dan okumak için tıklayınız
Röportajı orijinal gazete formatında okumak için tıklayınız
Bir önceki sayfaya dönmek için tıklayınız
Ana menüye dönmek için tıklayınız

No comments: